Son yıllarda yapılmış olan bilimsel bir araştırmanın sonuçlarına göre kişiliğin oluşmasında doğuştan gelen unsurlar mı büyüme esnasında oluşan çevresel etkenler mi daha ağırlıktadır sorusunun cevabı verilmiş, oran sırasıyla %49’a %51 denmiştir.
Buna göre, anneannemizin ve annemizin ruh hali genler ile bize transfer olmakta ve bunun yanı sıra annenin çocuğu ile kurduğu bağ da çocuğun yaşam içindeki yeri ve “ben sevilmeye layık mıyım?”, “ben değerli miyim?” sorularının cevabında ortaya çıkan kendi ile ilgili algısını ve genel olarak hayata dair algısını oluşturmaktadır.
Peki, kişinin kendi ile ilgili algısı sağlıklı bir şekilde nasıl oluşabilir? Hangi etkenler bu algının zedelenmesine neden olur ve bunun sonuçları kendini nasıl gösterir?
Bir insanın kendi ile ilgili algısı ne zaman oluşmaya başlar diye düşünürsek çocukluğuna ve hatta anne karnındaki dönemine kadar gidebiliriz.
Mark Wolynn’in “Seninle Başlamadı” isimli kitabında belirttiği gibi “Büyükanneniz annenize beş aylık hamileyken, sizi geliştiren öncü yumurta hücreleri zaten annenizin yumurtalıklarında mevcuttur.”
Psikanalist John Bowlby’nin Bağlanma Teorisi’ne göre anne (ebeveyn) ile çocuk arasındaki bağlanma üç tipte gerçekleşebilir, güvenli bağlanma, kaygılı bağlanma ve kaçınan bağlanma. Güvenli bağlanmanın sağlanabilmesi, çocuğun ihtiyaçlarının zamanında ve yeterince karşılanabilmesini gerekli kılar. Eğer ki ebeveyn çocuğunun ihtiyaçlarına tutarsız yanıtlar veriyorsa bu durum kaygılı bağlanma şeklini yaratır ve eğer ki ebeveyn çocuğunun ihtiyaçlarına kayıtsız kalıyorsa bu durum da kaçınan bağlanma şeklini yaratır ki her iki durumda da bu çocuklar yetişkin hayatlarında sağlıklı ilişkiler kurmakta zorlanacaklardır. Güvenli bağlanma sağlanmış olan çocuklar ise kendileri ile barışık, hayata daha olumlu bakan ve sağlıklı ilişkiler kurabilen yetişkinler haline gelebileceklerdir.
Kendi benlik algısını sağlıklı bir şekilde oluşturamadan anne baba olmuş olan ebeveynler ise kendilerinde noksan gördükleri yanlarını çocukları üzerinden tamamlama ve yaralarını çocukları üzerinden kapama eğilimindedirler. Bunu bilinçli ve kasıtlı olarak yapmazlar. Bu sebepledir ki çoğu zaman çocukları üzerinde yarattıkları olumsuz etkinin farkında değillerdir. Ancak bu yaklaşımlarının sonucunda çocuklarına transfer ettikleri benlik algısı da yaralı olacaktır.
Annesinin fiziki olarak “var” olmasına rağmen duygusal olarak “yok” olmasının sonucu olarak anne sevgisini doyumsayamamış olan çocuklar, yetişkin hayatlarında bu yoksunluğun bedelini kendileri ve çocukları üzerinden öderler. Psikolog Harry Harlow’un maymunlar üzerinde yapmış olduğu bir deneyde, annenin sıcaklığı ve şefkatini temsilen yumuşak kumaş kaplanmış bir maket ile metal ve telden yapılmış ve üzerine bir biberon süt iliştirilmiş bir maket yan yana konulmuş, bebek maymunların karınlarını doyurduktan hemen sonra sıcak anneyi temsil eden kumaş kaplanmış makete sarılıp zaman geçirmeyi tercih ettiği görülmüştür..
Ebeveynler olarak çocuklarımıza iyi bir eğitim, iyi bir gelecek sağlamaya çalışırken en temel olanı gözden kaçırmamak, çocukların en temel olan sevgi ihtiyaçlarını, koşulsuz olarak aktarmak vermek, anne-baba-çocuk sevgi bağını kurup bu kanal üzerinden sevgiyi çoğaltarak paylaşmak her şeyin başında gelmektedir. Ebeveynler tarafından bilinen bu gerçek, günlük ilişkilerde tam yerini bulamamakta, önem sırasında yerini günlük kaygı ve streslere bırakabilmekte, günün ya da geleceğin endişeleri ile koşula bağlanabilmektedir.
Kendi değerlik algısı sağlıklı bir şekilde oluşmamış olan anne, kendini kurban gibi görüp çocuğu ile arasına mesafe koyabilmektedir. Anne çok sevmesine karşın çocuğunun duygusal ihtiyaçlarını göremez ve dolayısıyla da karşılayamazken acaba çocuğuna ne mesaj vermektedir? Ya da anne sevgisinden ve şefkatinden yoksun, katı kurallarla büyümüş olan bir kadın anne olduğunda çocuğuna vereceği sevgiyi de katı kurallara bağladığında çocuğu üzerinde yaratacağı baskı çocuğuna nasıl bir hayat getirecektir?
Doğan Cüceloğlu’nun belirttiği gibi çocuklar için ebeveynlerinin verebileceği en kıymetli mesajlar “sen varsın”, “sen doğalsın”, “sen değerlisin”, “sen güçlüsün”, “sen sevilmeye layıksın”dır.
Çocuklarımızı özgüvenli bireyler olarak yetiştirme kaygısı ile her durum ve koşulda “sen kendin hallet” derken, omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük yükleme hatasına düşmeyelim. Aç kalıyorlar kaygısı ile “sen daha doymamışsındır” diyerek elde kaşık çocuğun peşi sıra parkta koşarken, çocuğun kendi kararlarını alamayacağı mesajını veriyor olmayalım. Akademik açıdan çocuğum geri kalmasın kaygısıyla çocuğun gelişim seviyesinin çok önünde aktivite yaptırarak çocuğun geleceğe dönük iştahını kapatmayalım. Hayatta birden fazla yol ve alternatif seçenekler yokmuşçasına, okul öncesi dönemden başlayarak çocuğun çok iyi bir eğitim almasının ne kadar önemli olduğu inancı ile çocukların yaşlarının tadını çıkarma hakkını ellerinden almayalım.
“An”da yaşayan çocukların, “An”da kalan ebeveynleri olabilmek dileğiyle.